2 Aralık 2011 Cuma

Yeni Delhi (veya Birdy Nam Nam)

Sabahın 4 ü hiç bilmediğiniz bir şehre gelmek için iyi bir vakit değildir. Uçaktan 1-2 saatlik uyku ile sersem gibi inmeme, üç parmak kalınlığında bir halı üzerinde 20 dakika pasaport kontrolüne yürümeme ve çantamın saat 6 ya kadar çıkmamasına rağmen keyfim yerindeydi. Asyada olmak hoş bir duygu. Sıcak ve komik ama her zaman şaşırtmaya ve sabrını sınamaya hazır...

Şükürler olsun otelden beni almaya gelmişler, söz verdikleri gibi. Şehre mesafe 35 km, yol tozlu ve karanlık. Bu ışık altında kalacağım otel ve bulunduğu cadde gözüme harabe gibi gözüküyor. Kendimi üstümdekileri çıkarmadan yatağa bırakıyorum. Sabah yerel saatle 11 gibi milyonlarca çocuk ve güvercin sesi ile gözlerimi açıyorum. İlk kez Delhide olduğunu farkeden herkesin ağzından çıkması gereken kelimeleri mırıldanıyorum: Aman Allahım.

Bir insan seli karşı yönden gelen bir insan seli ile içiçe geçmiş. Bunların içine bisikletliler, rickshawlar, arabalar, iskeleti çıkmış köpekler, binlerce güvercin ve bir keçi karışmış. Tüm bu curcuna tozlu sarı yeşil beyaz binaların arasında akıp duruyor.

Biraz şans biraz da resepsiyondaki adamın pazarlama becerisi ile bir özel seyahat acentasına girip Delhi sonrası 4 durağın otel ve ulaşım rezervasyonlarını yaptırıyorum. Kendi başıma uğraşsam belki 60-70 dolar ucuza kapatabilirdim tüm paketi ama psikologlara vereceğim para ile yine bana pahalıya gelirdi. İstanbuldaki hayatım ile kıyasladığımda ne kadar ucuz olduğunu düşünüyorum, hemde yolun uzun bir kısmında şöförlü bir araba olacak altımda. Satıcı acenta da fazlasıyla mutlu olmalı ki bana iki gün Delhide şöför/rehber hediye ediyor.

Rehberim Rajın arabasına binip yola koyuluyoruz. Bugünkü program Yeni Delhi. Yarın daha tarihi olan Eski Delhiye gideceğiz. Yolda 2 dk sonra adının John olduğunu ve Rajın kardeşi olduğunu iddia eden bir genç biniyor arabaya. E iyi madem derken araba yan yollara sapıyor. Hayatımda görmediğim darlıkda ve fakirlikde yollar. Tam ben çantama biraz daha sıkı sarılırken araba duruyor ve etrafımızı yüzünde nur olmayan uğursuz 6 herif sarıyor. Raj bana dönüp, burada inmeniz lazım başka bir arabaya bineceksiniz diyor. Eh buraya kadarmış demek diyorum. Artık vururlar mı keserler mi bilemiyorum ama beraberimde en az ikisini eşşek cennetine götürüp pabucun ucuz olmadığını göstermeye karar veriyorum. Tam alıcı gözüyle adamlara bakıp aralarından dişime uygun olanları seçmeye çalışırken dalıştan kalan içgüdüsel refleksle paniği durduruyorum ve soluk alışıma odaklanıyorum. Adamlar da zaten gülmeye başlıyor, tüm tablo bir anda değişiyor ve ben kaderime razı paşa paşa diğer arabaya biniyorum.

Yeni rehberim Nil ve John beni güzelce gezdiriyorlar, koca bir Hindu tapınağı, Indra Gandi müzesi, Parlementonun önünden geçerek eski bir dergah filan derken güneş batıyor ve benim de pilim aynı fotoğraf makinem gibi bitiyor. Birden 3-4 saatlik uyku ile ayakta durduğumu ve sabahtan beri sadece su ve C vitamini hapı yediğimi hissediyorum. Vejeteryan bir hamburger hayatımda yediğim en lezzetli şeye dönüşüyor.

Katmanduya varana kadarki 15 gün içinde otel rezervasyonu, tren bileti sırası vb sıkıntısı yaşamayacağım mutluluğu nihayet odama yatağıma dönüyorum sevinci ile birleşiyor. Oda son derece mütevazi (ve biraz serin if you ask me...) ama şu anda gözüme saray gibi geliyor.

İlk günkü intiba, kendi adıma daha yol yorgunluğumu ve batılı stresimi atamamış olmam, ama hintlilerin arasında olmak çok keyifli. Kocaman şaşkın beyaz gözleri ile hepsi Party filmindeki Peter Sellersi hatırlatıyorlar bana.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder