30 Aralık 2011 Cuma

The Return Of The Pink Panther



Lennonu hatırlayıp tekrarlamamak zor. Hayat siz planlar yaparken başınızdan geçenlerdir, demiş. Ben de başka planlar yaparken kendimi eve dönerken buldum. İşin güzel tarafı yılbaşında evde olmak ve Güneydoğu Asya için Ocak ayına planlar yapmak. O arada bir sahlep içmek ve bol yol anıları dinlemek isteyen varsa süper olur, sahlep içmeyi de türkce konuşmayı da çok özledim.

28 Aralık 2011 Çarşamba

Yol



İnsan kendi yolunu kendi mi çizer?

Yoksa yol mu alır insanı götürür bir yerlere....?

27 Aralık 2011 Salı

Pokharadan Enstanteneler










Pokhara







Pokhara inanılmaz güzel manzaralardan gelip te yoldaki bütün bu manzaraları unutturan güzellikde bir yer. Kocaman bir orman ile çevrelenmiş zümrüt yeşili bir göl, ormanlar biter bitmez yüksek dağlar, o dağların arkasında ise devasa daha büyük, karlı tepeli Himalayaların abileri yükseliyor. Gölün yanıbaşıda sevimli minik bir kasaba. Epey de turistik zira dağlara yapılan yolculukların çoğu buradan başlıyor. Her tarafda dağcılıkla ilgili dükkanlar, lokantalar, cafeler, barlar.

Sabah gölde bir saatlik sandal turu ile başlıyor. 100 Nepal Rupisi (1,25 USD) daha versem bir kayıkcı da tutabilir ve yorulmazdım. Önce gölün ortasındaki ufak bir adadaki tapınağa gidiyorum, sonra dağların gölgeleri altındaki göl kıyısında dolaşıyorum. Başımın üstünde devasa bir kuş uçup duruyor. Daha sonra soruyorum, eagle, eagle diyorlar. Sandal turundan sonra göl etrafında dolaşmak, dükkanlardan ıvır zıvır almak, güneş altında göl kıyısında oturup sıcak çikolata içmek, sonra olmazsa olmazlarımdan MoMo yemek var. Bu momolar bu arada Tibet mutfağınınmış. Geçende önce tavuklu söyleyip, sonra onu iptal edip karışık momo söylemiştim. Kız anlamamış (veya ben anlatamamışım) ikisini de getirdi. Önce birini geri göndereyim dedim, sonra gözü karartıp ikisini de yedim. Özellikle Nepalde iki haftadır deli gibi mantı vb yememe rağmen İstanbuldan bu yana 4 kilo vermişim.

Akşam 5.30 da her zamanki gibi karanlık bir anda çöküyor. Karanlıkla beraber buz gibi bir soğuk. Polarımın üstüne kalın kazağımı da giyiyorum. Ancak idare ediyor. Üzerimde epey nezle var, dikkat etmezsem kontrolden çıkacağından korkuyorum ve akşamı otelde geçirmeye karar veriyorum. Televizyonda Die Another Day var, idare eder. Yoldan bir ufak şişe de Nepal işi viski alıyorum. Tadı fena diil ama çok az içmeme rağmen bir sonraki gün sersem gibi hissediyorum.

26 Aralık 2011 Pazartesi

Pokhara Yolundan Manzaralar





Love is like a chinese mobile.....No Guarantee....

Bunun dışında rastladığım kamyon arkası yazılar: King of the Road, Road of the King, Speed King, Speed Limit, Speed Control, King of Love, No Time for Love, İ..e Fener (bu atış, yerseniz...)





Ver şu topu




Portakal istermisin diyip durdukları şey aslında mandalina. Hiç uğraşamadım aradaki farkı anlatmaya. İki üç portakal (mandalina) aldım yedim. Sonra da elimi kotuma sürüp temizledim.






Fotoğraf fazla pozlanmış değil, Himalayarla renkler böyle.

25 Aralık 2011 Pazar

Pokharaya Yolculuk


Pokhara Katmanduya 220 km uzakta (batısında) bir kasaba. Çok güzel bir gölün yanına kurulmuş, çoğu trekkingcinin başlangıç noktası çünkü Himalayaların bir çok esaslı tepesinin geçit kapısı. Ben de daha önce beni gezdiren şöförü ayarlayıp yola çıkmaya karar verdim. 220 km herhalde en fazla 2-3 saatte gideriz diye düşünüyordum, yol meğer 6-7 saat sürüyormuş. Neden bu kadar uzun sürüyor diye mızmızlanıp sızlanırken yola çıkınca anladım sebebini. Sadece dağ yollarından gidiliyor. Bir dağı çıkıp diğerini iniyorsun, sonra bir daha çıkıyorsun filan ve bu inip çıkmalar yollardaki molaları da katınca 7 saat sürüyor.

Yoldaki manzara müthişdi. Kocaman kocaman dağlar, yepyeşil ormanlar, arada ufak köyler, nehirler, asma köprüler, boylarının 2 katı odun veya ot taşıyan köylüler, dipsiz uçurumlar. Gerçekten nefes kesici bir manzaraydı. Buna ilaven sayısız defa karşı şeritden gelen otobüs ve kamyonlarla burun buruna gelmemizin nefes kesmesi de katılınca epey bir nefeslerin tutulduğu 7 saat geçti.

Araba benim şehir içinde bile kullanmaya çekineceğim ufak bir şeydi, ve her tarafından ayrı sesler geliyordu. Gıcırtılar, sallanmalar, titremeler içinde manzaraya mı odaklanayım, karşıdan gelen kamyonlara karşı büyü ve uğur mu yapayım, araba yolda kalmasın diye dua mı edeyim bilemedim. Hiç sıkılmadım yani. Tam güneşli ve bomboş bir dağ yolunda giderken ve ben artık iki defa araba bozulması yaşamam herhalde derken, araba stop etti ve bir daha çalışmadı. İnanamıyorum yine araba bozuldu ve bu sefer resmen dağ başındayız. Şöför sırıtarak little problem diyor ama ben arabanın bir daha çalışmayacağına emin bir şekilde moralimin dibinde dolaşıyordum, tam da (klasik) 20-30 km kalmış ve ben otelde yatağa uzanmanın hayalini kurarken. Daha önceden alışık ve idmanlı olduğum üzere arabayı itmeye başladım. Şöför efendi de vurdurmaya çalışıyordu. Olmadı. Motor kapağı açıldı, alakasız bir şekilde sağdaki soldaki kablolar incelendi. İnsan böyle durumlarda kocaman bir düğme olmasını bekliyor, yanlışlıkla OFF a getirilmiş. Hah diyeceksin ON a çevireceksin ve araba tekrar çalışacak. Ama şöför de benim gibi alakasız bir şekilde pis yağlı motor ve kablo salatasına bakıyordu, belki birşey buluruz diye...Sonra ne olduysa birşeyleri yerinden çıkardı, üfledi, tornavidayla vurdu, tekrar taktı ve tam ben kendimi uçurumdan atmayı düşünürken araba çalışmaya başladı.

Allah sevdiği kuluna önce eşşeğini kaybettirip sonra buldururmuş. Ben de gözümde bir anda Ferrariye dönüşen o arabaya hemen atladım.

1-2 saat sonra Pokharadaydık. Pokhara yoldaki manzarayı bile gölgede bırakacak güzellikdeydi. Detaylar bir sonraki Postta....

Baktapur







Patana tarihi demeden önce Baktapuru görmek lazımmış. Katmandunun 20 km uzağında eski şehir surlarla çevrili ve tamamen korunmuş. İçeri ancak biletle girebiliyorsunuz ve adımınızı 16yy. a atıyorsunuz. Bütün binalar, tapınaklar, saraylar, anıtlar herşey 1500-1600 lardan kalma gibi. Sadece turistik eşya satıcıları var size hangi çağda olduğunuzu hatırlatacak.

Daracık ışık girmeyen sokaklarda kaybolmak, allahın unuttuğu minik bir avluya çıkmak, sokaktan momo yemek, sonra bir kafeye oturup bunları yazmak....

1600lerde wi-fi ne arıyor diyorsanız, siz de haklısınız.